2010 yılında Eyjafjalljökull yanardağının patlaması İzlanda’nın o güne kadar futbol dünyasında meydana getirdiği en büyük değişiklikti. Guardiola’nın Barcelona’sı, havayolunu kullanamadığından otobüsle Milano’ya gitmiş ve yorgunluklarını fırsata çeviren Jose Mourinho’nun Inter’i tarafından mağlup edilmişti. Şampiyonlar Ligi’nin açık ara favorisi olan takım, skoru İspanya’da lehine çeviremeyince Inter zafere giden yolda en büyük engeli aşmıştı. 

 

Uzun süre Chelsea ve Barcelona’da top koşturan ülke tarihinin en kariyerli oyuncusu Eiður Guðjohnsen “Strakamir Okkar” adına sayısız milli maça çıkmaktan fazlasını yapamayınca, futbol kamuoyu 2016 yılının yazına kadar onları yoksaydı. Yakın tarihteki başarılardan önce İzlanda, baba Arnór ve oğul Eiður’un birlikte milli maça çıkma keyfine vardıkları sevimli averaj takımı olmanın ötesine geçemiyordu. Değil ulusal düzeyde, kulüp takımları düzeyinde dahi başarılı olmanın hayalini bile kuramayan yaklaşık 300.000 kişilik ülkenin 2010’lu yıllardaki yükselişi yavaş ama bir Eyjafjalljökull kadar etkili oldu.

Adı sponsoru ile özdeşleşmiş Pepsideild Ligi ya da bir diğer adıyla Urvalsdeild, İzlanda’nın profesyonel düzeyde en üst ligi olmasına karşın FIFA Dünya Sıralamasında 22. sırada yer alan ülkeyi ne ölçüde temsil edebildiği konusunda verilebilecek cevaplar yetersiz kalıyor. Yaş ortalamasının yüksek olmadığı fakat fark yaratan oyuncuların yabancılardan oluştuğu bu ligdeki futbolun kalitesi oldukça düşük. Ligin önde gelen oyuncuları sıklıkla İngiltere’nin alt liglerinde dahi tutunamayan oyuncular ya da yaşları ilerlemiş İzlandalı sporcular oluyor. 

Milli takımın önde gelen oyuncuları; Gylfi Sigurdsson, Ragnar Sigurdsson, Kolbeinn Sigthórsson, Emil Hallfredsson, Birkir Bjarnason ve Aron Gunnarsson bugüne kadar kendi liglerinde forma giymezken yalnızca Alfred Finnbogason’un 43 maçlık Pepsideild tecrübesi bulunuyor. Adı geçen oyuncular, altyapı eğitimlerini dahi tam anlamıyla kendi ülkelerinde almadan İngiltere, Norveç ve Hollanda gibi ülkelere transfer oldular ve kariyerlerine orada başladılar. Genç oyuncuların ülkelerinde kalmama gerekçesi ise kaliteli eğitimle birlikte maddi olanaksızlıklar olarak da dikkat çekiyor. Ligin bilinirliği düşük olduğundan belirli bir yaşa gelmeden yurtdışına açılamayan oyuncuların kariyeri yerinde sayıyor, dolayısıyla futbol yerine başka alanlara yönelebiliyorlar. Geçtiğimiz sezonlarda, lig özelinde öne çıkan İzlandalı oyuncuları ele aldığımızda bu durum görülmektedir. 34 yaşındaki Gardar Gunnlaugsson, 2013-2014 ve 2015-2016 sezonlarında gol krallığı yaşamasına rağmen kariyeri süresince çıkabildiği seviyenin Unterhaching ve Dunfermline olduğunu görmekteyiz. Daha yakın tarihe baktığımızda ise başarılı yerli oyuncuların ulaştığı nokta heves kırıcı olabiliyor. Pepsideild 2017’nin en golcü oyuncusu ve takımının taşıyıcısı Andri Rúnar Bjarnason, gol kralı olduğu sezonun ertesinde kendisine ancak İsveç 2. Ligi’nden takım bulabildi. Yine ligin önde gelen yerlilerinden Gudjón Baldvinsson bu sezon 32 yaşına giriyor ve Hindistan için genç sayılabilecek bir yaşta orada oynayıp ülkesine döndü.

Akranes’te Takımlar Sahaya Çıkıyor

Geçtiğimiz sezonlarda TrScouts ekibi tarafından mercek altına alınan ve oynadığı süreçte ligin en değerli oyuncularından biri olan Kristján Flóki Finnbogason’un da ancak Norveç 2. Ligi’ne transfer olabilmesi de bu durumu göstermektedir. Altyapı eğitimini ülkesinde alan ve o seviyenin değerli golcülerinden biri olmasına rağmen ligin bilinirliğinin düşük olmasının yanısıra kalitesinin de tartışmalı olmasının sonucu Norveç’in en üst ligi olan Eliteserien’e dahi transfer olamadı. Flóki Finnbogason ile aynı jenerasyondan olan günümüzün Molde futbolcusu Óttar Magnús Karlsson ise kariyerine Ajax’ta başlamanın avantajını kullanıyor. Henüz 15 yaşındayken Hollanda’ya geçen forvet oyuncusu, yetenek olarak Flóki Finnbogason’un gerisinde olmasına karşın kapağı Molde’ye atmayı başardı. İlginç olan nokta ise, Karlsson’un bu transferi İzlanda’nın Vikingur takımında 7 ay geçirdikten sonra yapmış olmasıdır. 7 ay içerisinde 7 gol atabilen oyuncunun yalnızca kariyerinde Ajax geçmişi olmasından ötürü Molde’ye transfer olduğunu iddia etmek mantıksız olmayacaktır. İki oyuncunun da durumu değerlendirildiğinde lige karşı marka açısından bir önyargı olduğu ileri sürülebilir. Buna karşın ligin üretken oyuncularının genel profili dikkate alındığında bu önyargının tamamen yersiz olduğunu söyleyemeyiz. Hücum oyuncuları haricinde de yerli futbolculara yeterince güvenilmediği ortadadır.

Ligde yer alan yabancıların profili ise birbirlerine benziyor. Jamie Vardy gibi rüyayı gerçekleştiremeyen oyuncular ya da kalitesi ile Avrupa’nın geri kalanında iş bulamayan 30 yaş altı oyuncular, Pepsideild’e renk katıyor. İkinci grubun hayalinde İzlanda’dan kurtulmak varken ilk grubun yapabileceği tek şey oynadıkları oyundan keyif almak olarak görünüyor. Bu düşüncelerin de  belirli ölçüde gerçekleştiğini de söyleyebiliriz. Belçika’da tutunamayıp İzlanda’ya gelen Kassim Doumbia kısa sürede ligin fark yaratan sert stoperlerinden biri oldu ve bunun ödülünü Maribor’a transfer olarak aldı. İçinde bulunduğumuz sezon önemli bir sakatlık geçirmesine rağmen Maribor’un Avrupa’da çıktığı 4 Şampiyonlar Ligi Ön Elemesi maçının tamamında sahada kaldı. Kalitesi tartışmalı olup, İzlanda’ya giderek dip yaptığı düşünülen bir oyuncu için takdir edilesi bir gelişim gösterdi ve ligdeki diğer oyunculara mutlaka örnek olacaktır. İlginç olarak takımının onun yerine kiraladığı Eddi Gomes de kariyerinde ilk defa milli formayı kaptı. Seviyesi yüksek olmayan oyuncuları bu denli motive edebilen küçük ödüllere sahip bir lig olmasından ötürü orta vadede değer kazanabilecek bir lig haline gelebilirler. Bu fikre inandığını hissettiren oyunculardan biri de Geoffrey Castillion. Ajax çıkışlı ve 10 Eredivisie golüne sahip oyuncu gelecek vaadettiği günlerden çok uzakta olmasına karşın İzlanda’da yeniden doğdu. 16 maçta 11 gol atarak kariyerinin en iyi günlerini geçiren oyuncunun gelecekte tekrar Macaristan’a dönmeyeceği kesin gibi. 

Diğer grup oyuncular ise genellikle Ada Futbolu kökenli oluyor. Örneğin; ligin saygıdeğer golcülerinden Steven Lennon, Rangers çıkışlı olmasına rağmen kendini Newport County’de bulduktan sonra İzlanda yolunu tutanlardan. Önce günümüzün İzlanda İkinci Ligi takımlarından Fram forması giyen oyuncunun buradaki performansı onu ancak Norveç’e taşıdıktan sonra kendini yine İzlanda’da buldu ve tekrar ligin en önemli oyuncularından biri oldu. İzlanda hariç hiçbir ülkede Şampiyonlar Ligi müziği duyamayacak olduğunun farkında ve bu nedenden ötürü takımına her şeyini veriyor. Hali hazırda 107 maçta attığı 50 golle Pepsideild tarihinin en golcü 7. oyuncusu ve bunu geliştirecekmiş gibi duruyor. En önde gelen yabancı Lennon gibi dursa da onun gibi pek çok Adalı ve yakın ülkelerden oyuncu takımlarına katkı vermeye çalışıyor. İngiliz ve Danimarkalı oyuncuların ağırlıklı olması dikkat çekse de Trinidad Tobago ve Bermuda gibi farklı ülkelerden de oyuncuları ligde görmek mümkün. Ne var ki, bu oyuncuların da geçmişinde Ada Futbolu olması şaşırtıcı olmayan bir detay.

Alkol sorunlarından önce gelecek vaadeden Steven Lennon.

Pepsideild ile İzlanda Milli Takımı arasında ilişki kurmanın zor olduğunu gösteren detaylardan biri de ligin değeriyle takımın değeri ortaya konduğunda ortaya çıkıyor. Veriler İzlanda Milli Takımı’na yaklaşık 50.000.000 € değer biçerken, ligdeki 12 takımın toplamı 20.000.000 € bandına zor ulaşıyor. Daha somutlaştıran bir yaklaşımla bakılırsa, takımın yıldızı Gylfi Sigurdsson için Everton’un ödediği 49.400.000 € bedeli 2.5 adet Pepsideild ediyor. İzlanda’nın mücadele ettiği ve kimilerine göre şaşırtıcı bir başarıya imza attığı son dönemde, bu durumu yaşayan ülkelerin sayısının oldukça az olduğunu görmekteyiz. Euro 2016’da karşılaştıkları Avrupa’nın ağır topları; İngiltere, Portekiz ve Fransa’da ligin en az milli takım kadar değerli olduğunu görüyoruz. Macaristan ve Avusturya ile de karşılaştılar fakat çıtayı çeyrek final seviyesine koyduklarından, Avrupa’nın önde gelen takımları ile kıyaslanmaları yanlış olmayacaktır. 

Lig hakkında yapılacak değerlendirmelerde mutlaka milli takım unsuru da öne çıkarılmalı. Yabancı futbol otoriteleri kadar kendilerinin de liglerine temkinli yaklaştığı görülmektedir. Ligde milli takım tecrübesine sahip oyuncu sayısı azımsanmayacak düzeyde olmasına karşın bu verilerin güncel durumu yansıtmadığı da ortadadır. Birkir Már Saevarsson haricinde milli takım aday kadrosu için düşünülen oyuncu olmadığı görülmektedir. Saevarsson’un da 33 yaşında ve sağ bek pozisyonunu yedeklemek için kullanıldığını belirtmek gerekir. Geçmiş yıllarda milli takım tecrübesi yaşamış Sölvi Ottesen, Hallgrimur Jonasson gibi oyuncuların da oynadığı dönem ile günümüz takımı arasında gözle görülür bir fark var. Geçtiğimiz aylarda oynanan hazırlık maçlarında, Spor Toto Süper Lig’den Olafur Skulason ve TFF 1. Lig’den Elmar Bjarnason yer alırken kendi liglerinden temsilcilere rastlamak oldukça güç. Ayrıca, İngiltere ve Danimarka’dan toplam 9 oyuncunun yer alması ise ilginç bir detay olarak dikkat çekiyor. Bununla birlikte yabancılar açısından durum bu denli olumsuz durmuyor. Bermudalı Zeiko Lewis ve Faroeli Gunnar Nielsen gibi oyuncular, seviyeleri düşük de olsa milli takımlarının formasını giyebiliyor. Pek tabi, üst düzey milli takımlar ligde temsil edilemiyor ancak Lewis gibi oyuncuların durumu lige renk katan detaylardan.

Son olarak belirtilmelidir ki, Pepsideild futbol olarak izleyenlere kalite ve yeni yaklaşımlar sunmasa da kendine has bir heyecana sahip. Takımlar arasında kalite açısından uçurum olmadığından mücadele yönü yüksek fiziğe dayalı bir oyun oynanıyor. Bu açıdan Premier League öncesi İngiliz futboluna benzetebiliriz fakat yabancı oyuncuları kaliteli olan takımların fark yarattığı da görülmektedir. Taraflı tarafsız herkesin takdirini kazanan ülkenin ligi maalesef boy ölçüştüğü diğer liglerin çok gerisindedir. Örnek vermek gerekirse; ligin önde gelen takımlarından Hafnarfjördur takımı, ülkemizde TFF 3. Lig’de mücadele edebilecek güçtedir.

İzlanda Milli Takımı, ligde oynanan futbol seviyesinden kendisini soyutlamış durumda. Tahmin edilebilir ve kalitesi belli olan bir takım olmasına karşın oyun pratikleri ve kendilerine en uygun tarzı benimsemiş olmalarından ötürü rakiplerini şaşırtabiliyorlar. 2014 Dünya Kupası’nı Play-Off maçlarında kaçıran takım o günden beri tehlikeli bir takıma dönüştü ve hazırlıksız yakalanan her takımın canını yakıyor. Euro 2016 öncesi yalnızca canını yaktıkları tarafından tanınan bir takımken, 2016 yazının en popüler takımı haline geldiler. Turnuva sonrası futbol kamuoyu onları yine unuttu ama onlar 2018’de yine bir turnuvaya katılıyor ve yine bu yazın konusulan takımlarından biri olacaklar. İzlanda’nın ülke olarak sık sık görmezden gelinmesi ve unutulması artık olağan bir durum ancak onlar kendi doğrularını uygulayarak yükselmeye devam ediyor. Futbolun gecici doğruları ve trendlerine tamamen kapalı olmasalar da ellerindeki malzeme ile en iyisini oynamak üzerine pragmatik bir yaklaşıma sahipler. Pek tabi, yükselişleri döneminde denk geldikleri rakiplerin buhran yaşaması onların işini kolaylaştırdı ama 300.000 kişilik bir ülkenin üst üste 2 turnuvaya katılıp, 1’ini de Play-Off maçları sonucu kaybetmesi sadece rakiplerle ilgili olamaz. Rakipler için bilinmez olarak görüldükleri 2014 Dünya Kupası Elemeleri ve Euro 2016 Elemelerinden sonra 2018 Dünya Kupası Elemeleri bu nedenden ötürü onlar için önemli bir sınav niteliğindeydi. Gruptan zorlanmadan çıkarken zorluk seviyesi yüksek maçlarda geri adım atmadan son derece sakin şekilde sonuca gitmeyi bildiler. Buna karşın resmi maçlar açısından Hırvatistan hariç karşılaştıkları takımların yeniden yapılanmaya gittiği veya oyun karakterini oturtamadığı görülmektedir. Kapasiteleri doğrultusunda mükemmelleştirdikleri ve ezberledikleri 4-4-2 ve varyasyonları haricinde taktiksel çeşitlilik üretememeleri onların önündeki en büyük handikap olarak duruyor. Başarılı geçen eleme grubunun ardından 2018’de oynadıkları Meksika ve Peru maçlarında elde ettiği skorlar ve sahaya yansıyan oyun onlar için şüphe uyandırıyor. Bu duruma ek olarak; 2017 yılında Çekya ve yine Meksika’ya karşı alınan mağlubiyetlerdeki etkisiz oyun, onlar için 2018’in fiyasko ile de geçebileceği anlamına gelebilir. Belirtmekte fayda var ki, oyun olarak etkisiz kaldıkları maçlarda Heimir Hallgrimson taktiksel yaratıcılıktan uzak kalıyor. Peru 4-2-3-1, Meksika ise 2017 ve 2018’de 3’lü savunmanın farklı varyasyonları ile İzlanda’yı zor durumda bıraktı. Dünya Kupası’nın niteliği ve önemi dikkate alındığından her takım, rakibini her yönüyle analiz etmiş olacak ve İzlanda’nın kendilerini gafil avlamasına izin vermeyecektir. Talihsiz yanları, gruplarının Arjantin, Hırvatistan ve Nijerya gibi kuvvetli takımlardan oluşması. Hiçbir takımın Emre Mor – Yasin Öztekin – Volkan Şen gibi hem fiziksel hem mental olarak herhangi bir rakip savunmayı zorlayamayacak bir ileri üçlüyle çıkmayacağı kesin gibi.

Euro 2016’daki Portekiz maçı. 4-4-2’den taviz verilmiyor ve mükemmel uyum görülüyor.

İzlanda, 300.000 kişilik bir aile olarak görülmeli ancak bu yaklaşım sonucu onları daha doğru anlayabiliriz. İsterlerse gelmiş geçmiş en büyük futbol atılımını yapsınlar, ellerindeki nüfus sayıca son derece yetersiz olduğundan bunun yansıması kimseyi memnun etmeyecektir. Buna ek olarak bu nüfusun futbol için elverişli bir ekonomi yaratması da mantıklı durmuyor. Bu nedenden ötürü ligleri çok yetersiz, gençleri erken yaşta adeta kaçıyor. Bu nedenlerin ötesinde, ülkede futbol oynamak için uygun koşulları yaratmak da özellikle coğrafi koşullardan ötürü son derece zor. Geçtiğimiz yıllarda, kum ve hatta kurumuş magma gibi futbol oynamaya son derece elverişsiz sahalara alışmış olan ülkede ilk defa 1957 yılında çim sahada futbol oynandı. Bu ilki gerçekleştiren Vikingur, önemli bir atılımın parçası olarak görülebilir fakat bu değişimin devamı gelmeyince ülkenin en popüler sporu uzun bir süre hentbol olarak kaldı. Futbol ve diğer açık hava sporları için uygun koşulların yaratılması zor olduğundan, halkın o sporlara bakış açısı da oldukça temkinli oldu. Bu tip olumsuzluklara karşın özellikle 2000’lerin başından itibaren ülkenin futbola yaklaşımı bir nevi siyasi proje haline de gelmiştir. Ülkede yaşanan, etkileri ağır hissedilen ekonomik krizin yanısıra kış mevsiminin uzun sürmesinden kaynaklanan sorunlara karşı futbol yakın zamanda insanların en önemli sosyal etkinliği haline gelmiştir. Özellikle gençleri depresyon gibi etkenlerden uzak tutmanın haricinde suç işleme yatkınlığını da azaltması nedeniyle topluma böyle farklı bir katkıda da bulunmuştur. Bu durumun sonucunda, dünyada görmeye alışık olmadığımız durumlardan biri daha gerçekleşmiştir. İzlanda, A.B.D gibi kadın futboluna en az erkekler kadar değer veren ve popülerleşmesine katkıda bulunan ülkelerden biri olarak dikkat çekiyor. Pek tabi; başarı olarak kıyaslanabilecek seviyede değiller fakat Strakamir Okkar için Avrupa’nın dört bir yanına seyahat eden İzlandalılar, Stelpurnar okkar’ı da yalnız bırakmıyor. Hatta Stelpurnar okkar’ın UEFA Women’s Euro 2009 mücadelesi ülkede film dahi yapılmıştır. Taraftarların yanısıra ülkenin önde gelen ünlü isimleri ve İzlanda Başbakanı da iki takımı yalnız bırakmıyor. Bu paragrafta bahsedildiği gibi ülke nüfusunun düşük olmasından dolayı insanlar arasında aile bağı kurulmuş durumda.

Euro 2016’dan “Yanaksson” dan bir kare

İzlanda’yı anlamak için sayıları doğru okumak gerekiyor. Nüfusunun %10’u Euro 2016 için Fransa’dayken ülkede kalanların da %98.6’sının kritik Macaristan maçını takip ettiği belirtiliyor. 21.500 lisanslı futbolcuya sahip olmak, nüfusa oranlanırsa muazzam bir başarı olarak karşımıza çıkıyor ancak bundan yaklaşık 20 yıl önce yapılan tesis atılımı ile eldeki insan gücünün potansiyeline ulaşması amaçlanıyor. Antrenör bulma konusunda da zorlanmayan ülkede, her çocuğun neredeyse özel bir antrenörü var ve bu isimlerin de eğitimi takdire şayan. %70’inin UEFA B Lisansı varken %23’ünün de A Lisansı var. Eldeki nüfustan olabildiğince yararlanmaya yönelik bu yaklaşımları sayesinde çok değerli bir jenerasyon yakaladılar ve şimdilik başarılı oluyorlar. Çocukluklarından başlayan eğitim onlar henüz 18-19 yaşlarına gelmeden yurt dışına transfer olmaları nedeniyle kesiliyor ancak bence bu durum olumlu. Hollanda, İngiltere hatta Danimarka gibi ülkelerde değişik metotlar ve taktiklerle kendilerini geliştirme fırsatı bulan futbolcu adayları, nihayetinde daha komple futbolculara dönüşüyorlar. Yalnızca İzlanda altyapıları ile yetinmeleri durumunda bu kadar başarılı olabileceklerini düşünmüyorum. Buna karşın Gylfi Sigurdsson’ın gençliği döneminde yaşadıkları dikkate alınırsa, yabancıların daima olumlu katkı verdiğini iddia etmek zor olacaktır. Günümüzün komple oyuncularından biri olmasına karşın Reading’de yer aldığı süreçte stoper olarak eğitildiği bilinmekte. Bu durumu engelleyen ve onu yeniden ileride oynamasını sağlayanlar ise o dönemin İzlandalı yetkilileridir. Ağır olmasıyla eleştirilen oyuncuyu Bundesliga’ya gitmesi için ikna eden yetkililer sadece oyuncunun kariyerini değil, ülkenin de makus talihini değiştirdi.

Genel bir değerlendirme yaparsak; İzlanda, futbol dünyasının en huzurlu iklimlerinden birine sahip. Ligi sakin, milli takımı koşulsuz destekleniyor ve eğlenmeyi biliyorlar. Futboldan oyun olarak zevk alırken, bir iş gibi görmek isteyenlerin de önünü kesmeyerek ellerinden geleni yapıyorlar. Onların modeli kanaatimce nüfusu yüksek olan ülkeler için uygulanabilir ve başarı garantisi veren bir metot değil fakat eğitimcilere verdikleri değer kesinlikle takdir edilmeli. Potansiyeli olan oyuncuları kaçırma ihtimalleri olmayan bir nüfusa sahip olmaları onların avantajı fakat bunu doğru bir eğitim ile birleştirmeleri ve tamamen pragmatik bir yaklaşıma sahip olmaları sayesinde başarıya ulaştılar. Bugün geldikleri noktanın ötesine geçmelerini beklemek belirli ölçüde hayalcilik olacaktır fakat onlar için bu nokta bile büyük başarı.