Lingard futbolcuların kendi hikayelerini anlattığı ‘The Players’ Tribune’ adlı oluşumda bugünlere nasıl geldiğini kaleme aldı. ‘Böyle Bir Hikayeyi Daha Önce Okumamışsındır Dostum’ adlı yazıda Lingard, futbol hayatındaki en büyük destekçisi olan dedesini, son Dünya Kupası’nda neler yaşadığını, kariyerinin inişli-çıkışlı dönemlerde neler hissettiğini tüm samimiyetiyle bizlerle paylaşıyor.
 
TrScouts olarak bu yazıyı sizler için Türkçe’ye çevirdik.
 
Keyifli okumalar!

 

***

 

Fırçayı yemiştik.

 

Bildiğimiz saç kurutma makinesinden bahsediyorum.

 

Dinleyin, herkesin Sir Alex’in saç kurutma yaklaşımı hakkında konuştuğunu biliyorum. Tüm bu hikâyeleri eskiden beri dinliyorum. Onlar birer efsane. Fakat dedemin içinden çıkan canavarı gördükten sonra böylesini görmemişsinizdir.

Bu çok farklı bir seviyeydi dostum.

Manchester United akademisindeki günlerimden biriydi. 11 yaşında veya o civardaydık sanırım. Stoke ile oynuyorduk. Bardaktan boşanırcasına yağmur yağar ya, o günlerden biriydi. İyi oynamıyorduk ve arada bir sinirlerimizi kontrol edemiyorduk. Ve işin komiği, Stoke’lu anne babalar ve United’lı ebeveynler yan yana oturuyorlardı.

Dolayısıyla bir Stoke’lu baba hakeme bir şeyler hakkında bağırdığında dedemin ona sataştığını duyabiliyordum, “Hey, otur aşağı. Otur yerine, evlat.”

Anlamalısınız ki dedem tam bir eski kafalıdır. O gerçekten futbolla ilgilenen bir adam bile değildi. Gençliğinde o Team Great Britain(*) için yarışan bir rugby oyuncusu ve halterciydi. Ben doğana ve küçük uçuçböcekli plastik topumu tekmeleyene kadar futbol işine tam anlamıyla girmemişti. Kırmızı-siyahlı topumla 14 aylık halimin fotoğrafları var. Hala bana bebek bezi takıyorlardı. Zar zor yürüyordum. Ama dedemin oturma odasında kahverengi süet koltuktaki kutuları vuruyordum.

 

 

Her zaman ben ve dedem vardı. Her gün. O ve büyükannem beni büyüttüler. Aslında onların odalarında yere atılan bir şilte üzerinde uyumaya alışıktım.

Dedemin futbol hakkında çok bilgisi yoktu, fakat benim futbolu sevdiğimi görebilmişti. Bu nedenle futbolu bana aşılamaya başladı. Ben dört yaşındayken VHS formatında futbol antrenman kasetlerini satın almıştı. Nedendir bilmiyorum, kasetler Japonya’dan gelmişti. Hani sadece bunu bir düşünün, gözünüzün önüne getirin. Bu iri yarı, sert İngiliz herifin çayıyla her sabah televizyonun önünde oturup Japon futbol derslerini izlediğini, notlar aldığını… ve kreşten sonra, beni parka götürür ve yeni bir beceri öğretirdi. Ama o kadar ufaktım ve bu nedenle top gerçek anlamıyla dizime geliyordu. Bu yüzden çalım atmak için topun üzerinden zıplıyordum;

bir sağa bir sola.

Sanırım her gün oraya gidiyorduk. 

O çok hırslıydı. Bana yardım etmek istiyordu. Ama Warrington’da bir rugby bölgesindeydik, bu nedenle benim ne kadar iyi olduğum hakkında emin olamıyordu. Anlattığına göre, yedi yaşımdayken beni United akademisinin seçmelerine götürmüştü ve antrenörlerden biri onu bir kenara çekip “Bu çocuğu nerede saklıyordunuz?” diye sormuştu.

O günden sonra, akademiye katıldığımdan beri, bu bizim rüyamız haline geldi. Anlarsın ya? Oraya yalnız ulaşamazsın, ben senin kim olduğunu önemsemem. Seni destekleyecek insanlara ihtiyaç duyarsın. Dedem beni her gün desteklemişti.

Her neyse, hikâyeme geri dönelim. Stoke’taydık, yağmur altında mücadele ediyorduk ve dedem Stokelu babaya haykırıyor, dikleniyordu. Gerilim yüksekti ve sahada panikliyorduk. Sanırım birkaç farkla kaybettik ve siz eğer United’ta oynuyorsanız bu önemli bir meseleydi. 11 yaşında olsanız bile… Son düdük çaldı. Sahadan çıkıyor, eve dönüş yolunda otobüste antrenörlerden azar işitmeyi bekliyorduk.

Ama daha soyunma odasına gelmeden,

Dedem tam sahanın ortasına daldı ve “Hey! Buraya gelin.” dedi.

Hepimiz ona şu şekilde bakıyorduk: ?!?!?!

Parmağını sallıyor ve bağırıyordu: “Rezalet! Bugün burada yüz karasıydınız. İnanamıyorum. Gidin ve kendinize aynada bir bakın, gençler. Ailelerinizi hayal kırıklığına uğrattınız. Kendinizi hüsrana uğrattınız. Formayı giymeyi hak etmiyorsunuz! FORMAYI GİYMEYİ HAK ETMİYORSUNUZ!”

Hahahahahaha.

Gülsek mi ağlasak mı, bilmiyorduk.

Sanırım Stokelu ailelere saldırdığı için kendini dört maçlık ceza almış halde buldu ve bundan sonra o artık bir efsaneydi. Bu sevgi dolu bir yerden geliyordu, ne demek istediğimi anlıyor musunuz? O nevi şahsına münhasır biri.

O olmadan hiçbir şekilde ben olduğum yerde olamazdım. İhtimalleri düşünmelisiniz.

 

Akademiye ilk girdiğim zamanlarda, bir gün koridorda Sir Alex ile karşılaştım ve onunla bir fotoğraf çektirdim. Bildiğimiz fotoğraf. Kodak. Sırıtıyordum. Bu fotoğrafı evde tutuyorduk ve dedem bir gün onu çıkarıp şöyle dedi, “İşte orada. Esas adam (main man). Onun için bir gün oynayacaksın.”

Esas adam. Alex Ferguson’ı her zaman böyle anardı. Bir de dedemin şivesi ile duymalıydınız; meyne mun!

Sorun benim oldukça ufak tefek olmamdı. Kilo alamıyordum. McDonalds’tan besleniyordum ve hala sıskaydım. Dedem her zaman şöyle derdi, “Ne zaman mı benimle bahçeye geleceksin? Biraz kaslanman gerekiyor.”

Tüm bahçeyi çimento ile kaplamıştı ve kendisine küçük spor salonu olarak ahşap bir kulübe inşa etmişti. Ortam kabaydı. Bu Instagram için uygun değildi. Müzik yok, radyo yok. Eski usül demir plakalar etrafa yayılmıştı. Halter kaldırma. Üst göğüs çalışması. Kaba

Pekâlâ, aslında kulübenin kapısının üzerinde seramik bir levha var. Üzerinde ukala pembe bir flamingo var ve HOŞ GELDİN diyor!

Bu büyükannemin dokunuşuydu. Bunun dışında, kabaydı.

Dokuz yaşımdayken Tony Whelan’ın ofisine gittiğimi hatırlıyorum ve şöyle demiştim: “Hmm, efendim, ağırlık kaldırmaya başlayabilir miyim? Dedem bilmek istiyor da.”

Tony “Hayır, evlat. Başlayamazsın.” gibi bir şey dedi.

Ben “Ama neden?” dedim.

O “Çünkü dokuz yaşındasın.” dedi.

Ölçülerimin zorluk çıkaracağını her zaman biliyordum. Yaş olarak büyüsem de hala formamın içinde yüzüyordum. Nike Kupası’ndan benim olduğum fotoğraf işte, kardeşim hala buna bakıp kahkahalar atıyor.

A.S. Roma ile oynuyorduk.

Ben 15 yaşındaydım, 10 yaşında görünüyordum.

Ve o İtalyanlar çocuklar 15 yaşındaydı, 25 yaşında görünüyorlardı.

Sahaya çıktığımı ve bu çocukların sakallarının çıktığını gördüğümü hatırlıyorum, düşündüğüm şey “peh peh” idi. Bu fotoğrafı görmelisiniz. Ben sahaya insanları güldürmek için çıkmış bir maskota benziyorum.

 

 

İşin komiği maçı kazanmıştık. O zamanlar çok maç kazanıyorduk ve ben iyi oynuyordum – ama hala büyümüyordum. 16 yaşıma girince, çoğu takım arkadaşımın profesyonel sözleşme aldığını gördüm, fakata bana önerilmemişti. Ümidim kırılmıştı.

Dürüst olmak gerekirse, Sir Alex olmasaydı burada (ManU) olmazdım diye düşünüyorum, eğer esas adam olmasaydı. Bir gün benim ve ailemle bir toplantı yaptı. Ofisinde oturduk ve “Senin için biraz daha zaman alacak, Jesse. Sana inanıyoruz. Fakat sabırlı olmalısın. 22 veya 23 yaşına gelmeden A takım için hazır olamayacaksın.” dedi.

Bunun, benim ve ailem için değerinin ne kadar büyük olduğunu anlatamam. Kırgın olduğumu düşüneceksiniz, ama Sir Alex gibi bir efsanenin bana inandığını söylemesi söylemesi… bu çok şey ifade ediyor. Bizimle toplantı yapma mecburiyeti yoktu ve bunu bana söylemek zorunda da değildi.

Ama bu onun neden Sir Alex olduğunu ve Manchester United’ın neden Manchester United olduğunu gösteriyor.

Bir günü hiç unutmam; hala akademideydim, Carrington’da koridorda yürüyordum. Ne yalan söyleyeyim, sanırım kötü bir gün geçiriyordum. Kafam dalgındı. Holde yürüyordum ve aniden kafamın arkasında bir ayakkabı kalıbı hissettim.

Küt! diye kafama çarpmıştı.

Gerçek çarpma.

Arkama döndüm, “Hangi … Allah’ın cezası yaptı bunu?”

O Sir Alex’ti ve bıyık altından sırıtıyordu.

“Hareketlerine dikkat et, evlat!” dedi.

Böyle bir şey yaptığında ne anlama geldiğini biliyordu. Bu şekilde onun sizi sevdiğini anlardınız; sizinle biraz da olsa şakalaştığında.

Bundan sonra günlerce kendime fısıldadım. Esas adam. Bir gün onun için oynayacağım.

Sir Alex’in beni ve Pogba’yı yedek kulübesine aldığı günü hiçbir zaman unutmayacağım, Newcastle deplasmanıydı. Biz 18, 19 yaşındaydık. Soyunma odasında etrafıma sadece baktığımı ve tüm efsanelerin hazırlanışını, konçlarını çektiğini gördüğümü hatırlıyorum; Scholes, Rooney, Rio, Giggsy…

Ben ve Pogs yedek kulübesindeki yerimizi aldık, bildiğiniz gibi B takımın oynadığı maçlarda 200 kişinin önünde oynamaya alışıktık. Burası 50.000’di. Tribün önündeki devasa camlara bakıyordum ve onlar titriyordu. Pogs’a, “Aman tanrım, ihtiyar (Sir Alex Ferguson) beni oyuna sokarsa altıma işeyebilirim” der gibi baktım.

Şansıma o gün kulübede oturduk. Ama bu benim için büyük bir andı. Bu şekilde ateşe atılmak ve Sir Alex için o formayı giymek benim inancım için muazzamdı.

 

Aman tanrım, ihtiyar (Sir Alex Ferguson) beni oyuna sokarsa altıma işeyebilirim!

 

Gerçek şu ki büyük olasılıkla hazır değildim. Bunu şimdi anlıyorum. Sir Alex yıllar önceki o toplantıda dedikleri hakkında tamamen haklıydı. Nasıl gördüğünü bilmem, ama o haklıydı. Gelecek üç yılı çok çalışarak geçirmek zorundaydım, şikâyet etmeden tecrübe kazanmalıydım. Leicester, Birmingham, Brighton takımlarında kiralık oynadım. Bence bu deneyimler gerekliydi. Zirveye çıktığınızda insanlar şatafat ve cazibe görür, ama her şeyi göremezler. Senin Leicester’da Marriott’ta yaşamını sürdürdüğünü, her akşam oda servisinin akşam yemeğini yediğini, aileni özlediğini, kendin hakkında kuşku duyduğunu, senin başına neler geleceğini merak ettiğini görmezler.

Komik olan bazı insanların beni eleştirecek olması, çübnkü sahada her zaman gülümsüyorum. Ama kendim olmaktan asla vazgeçmeyeceğim. Hiçbir zaman futboldan zevk almayı bırakmayacağım. Oyuna girmek için beklerken yüzümdeki gülümseme hiç kaybolmayacak, çünkü bu formayı giymenin ne anlama geldiğini biliyorum. Yapabildiklerimden ve bu armayı temsil etmekten dolayı ne kadar şanslı olduğumu biliyorum, bir dakika bile bunun keyfini çıkarmayı ihmal etmeyeceğim.

Çünkü her şey farklı yönde gidebilirdi. Kolayca… 2014’te Swansea karşısında ilk kez United formasını nihayet giydiğimde, bunun tüm çok çalışmanın, tüm acıların, evden ayrı kaldığım tüm yılların karşılığı olduğu sanılıyordu. Ailem tümüyle Old Trafford tribünlerindeydi. Tıpkı Sir Alex’in öngördüğü gibi, 22 yaşındaydım.

İşte bu. Bunu başarmıştık.

Çok geçmeden, 20 dakika sonra dizimden sakatlandım.

Hafif bir patlama sesi duymuştum ve o anda biliyordum. Maçın ardından kardeşimi gördüğümü anımsıyorum, gözlerinde yaşlar vardı. Çünkü bunun ne anlama geldiğini biliyordu. Yalnızca sakatlık değildi; aynı zamanda zamanlamasıydı. Ve bu her şeydi.

6 ay süresince işe yaramaz durumdaydım. Antrenman yapamıyordum. Yürüyemiyordum. Hiçbir şey yapamıyordum. Sadece kanepeye uzanıp, hayal kırıklığına uğramış olarak Match of the Day’de United’ı izliyordum. Muhtemelen hayatımın dip noktasıydı. Gerçekten bunalımdaydım. En aşağı nokta buydu, cidden. O kadar usanmıştım ki saçlarımı yoluyordum. Ama bu şekilde hayatım hakkında düşünmeye vaktim olduğu ve her şeyin elimden çok hızlıca kayıp gidebileceğini fark ettim, bilmem anlatabiliyor muyum? Çok çalışsan ya da yetenekli olsan da hiçbir şey garanti değil.

En aşağı noktaya çarpmak, United formasını giydiğim her an için sahip olduğum fırsatın kıymetini gerçekten anlamama sebep oldu. Bir anda her şey gidebilir.

Tam tamına 14 ay sonra United formasını tekrar giyme şansına eriştim.

O zamandan beri gülümsemeyi hiç kesmedim.

Eğer bundan hoşlanmıyorsanız, kusura bakmayın. Değişmeyeceğim.

Futbolda hepimizin farklı bir yolu var, sizlerin görmediği birçok şey var. Benim için en çılgınca şeyin ne olduğunu biliyor musunuz? 2012 yılında Marriott Hotel’de oturmuş oda servisinin patates kızartmasını yiyor, Leicester’da güçlükle forma şansı bulabildiğim bir dönemden geçiyordum. Ve aynı soyunma odasında, benimle aynı güçlükleri yaşayan Jamie Vardy ve Harry Kane de vardı. Onlar da forma bulmakta zorlanıyordu ve hepimiz Championship maçlarında forma giymek için elimizden geleni deniyorduk.

Altı yıl sonra, hepimiz Dünya Kupası’nda yarı finale yürüyorduk, İngiltere’yi temsilen.

Bunu nasıl açıklayabilirsiniz?

Tahmin edersiniz ki, Rusya’daki geçen yaz büyük olasılıkla tüm hayatım boyunca en çok eğlendiğim zamandı. Söylemesi kulağa enteresan gelecek çünkü Dünya Kupası’nın getirdiği tüm baskıya rağmen, dürüst olmak gerekirse, her Allah’ın günü güldüm. Gareth Southgate, kurmayları ve yeleği ile birlikte sadece olumlu düşünceler hâkimdi. Biz son derece iyi hazırlanmıştık. Duran toplarımıza ve penaltılarımıza sadece bir bakın. Antrenmanlarda çalışmıştık. Ama ayrıca kendimizi ifade edebiliyor ve özgür olabiliyorduk. Biz aile gibiydik ve bu adamlarla takılmak 10 üzerinden 10’du. Matrak, gırgır adamlardan bahsediyorum.

Kieran Trippier … TRIPPS …. DALGA GEÇER.

Danny Welbeck … WELBZ … LAKLAK EDER.

Marcus Rashford … BEANS … HİÇ ŞAKA YAPMAZ.

(Şaka yapıyorum.)

Welbz ile beraber… Bunu açıklayamam bile. Onun bir şey demesine bile gerek yok. O sadece üşütük ifadesi ile öylece durur, seni güldürür.

Dünya Kupası’ndaki her bir maçı daima hatırlayacağım, fakat Rus Roller Coaster hatırasını mezara kadar götüreceğimi düşünüyorum. Ne zaman aklıma gelse her seferinde altıma işeyene kadar gülüyorum.

Kampımızda dış dünyadan izole haldeydik, bu yüzden ekip bizi gevşetmek amacıyla bazı etkinlikler ayarlardı. Bir gün, bir eğlence parkına gittik – tam kadro. Çocukken arkadaşlarımızla geçirdiğimiz günler gibiydi, boyuna şakalaşma… Böylece roller coaster için sırada bekliyorduk ve o oldukça ürkütücü görünüyordu. Ve orada hareket etmeden önce öten devasa bir korna vardı, iyi mi?

Büyük fabrikalardaki kornalardan. Tam da seni ikaz etmek için, sanki “Yola çıkıyoruz.” der gibi.

Devamında sıranın önüne geldik ve koltuklara oturduk, otomatik aşağıya inen ve seni bağlayan büyük demirden emniyet kemerleri vardı.

Ama nedendir bilinmez, Welbz’in kemeri tam kapanmıyordu.

O tam yanımda oturuyordu ve ilk başta şakayla karışık “Hehehe, benimkisi kapanmıyor. Adama söylesene. Nerede bu adam?” dedi.

Birkaç saniye geçtikten sonra diğer herkes kemerlerle bağlanmıştı ki, o biraz paniklemeye başladı, “Hey! Adamı bulun! Alo!”

Birdenbire, apansızın kornadan ses çıkmaya başladı.

BBBLLLLRRRRRRNNNNNT!!

Ve Welbz çığlık atmaya başladı, “Yooooooooooooooooooo! YOOOOOOOOOOOO! YOOOOOOOOOOOOOOOOOO!!!!!!!!!!!!!!!!!”

Gerçek anlamıyla yerinde kalkıp roller coaster treninden aşağı atladı!

Sanırım korna başka bir şey içindi, çünkü hiçbir şey olmadı. Tren olduğu yerde öylece duruyordu, Welbz ise koşuşturuyor, panikliyor, çığlık atıyordu. Park çalışanları bize durmuş bakıyorlardı, evet acınası halimize…

Biz bu arada gülmekten altımıza yapmıştık.

Onun suratı, dostum. Ölmek üzere olduğunu düşünmüştü. Bu inanılmazdı.

 

Tren olduğu yerde öylece duruyordu, Welbz ise koşuşturuyor, panikliyor, çığlık atıyordu.

 

Çocukluğumdan beri, futbol oynayarak bu kadar eğleneceğimi düşünmüyordum. Bizim için, en güzel yanı eve döndüğümüzde ne kadar neşe dolu olduğumuzu gösteren görüntüleri izlemekti. “It’s Coming Home**” olayını görmek komikti. Çünkü açıkçası bu bir şaka olarak başlamıştı. Ardından hala bir tür şakaydı, ama belki değildi? Sonra yine – hey! – gerçekten evine dönüyordu.

Buna 100% inanıyorduk. Ve dürüst olmak gerekirse, o güne kadar, daha fazlasını yapabileceğimizi hissediyorum. Hala Hırvatistan maçının hayal kırıklığını hissediyorum. Yıkılmıştık… Ama günün sonunda, geçen yaz başardığımız şey, sonuçlardan daha da büyük bir anlam taşıyor.

Futbol kupalar kazanmaktan ibaret. Her zaman böyle olacak. Ama bizim ülke çapında bu yaklaşımı az da olsa değiştirdiğimizi ümit ediyorum. Futbolun tutkuyla, olumlu bir bakış açısıyla, yüzlerde gülümsemeyle oynanabileceğini ve yine istenen skorun alınabileceğini gösterebildiğimizi umuyorum.

 

 

O kadroya bakın, birçok genç adamımız vardı. Şüpheyle bakılan birden fazla oyuncu. Burada olmak için çok yol kat eden fazlasıyla oyuncu. Bu formayı hak ederek giydiğimize herkesi ikna ettiğimizi düşünüyorum.

Maalesef, dedem Rusya’ya gelemedi. Fakat her anı evden takip etti ve büyükannemin tüm gazeteleri saklamasını sağladı. Panama’ya gol attıktan sonra benim gol sevincimi büyükçe gösteren bir gazetede dedemin benim yükselişime nasıl yardımcı olduğuna dair bir haber yayınlandı.

Dedem o gazeteyi hala oturma odasında muhafaza ediyor. Önceki gün çay içmeye oraya uğramıştım ve dedem onu çıkardı. Sayfalara göz gezdirirken, Dünya Kupası’ndan kısa anları hatırlatıyordu ve “Şuraya bakarmısın … ne yazmışlar, Jesse’nin dedesi, Ken, İngiltere Olimpiyat Takımı’nın eski, güçlü adamı…” dedi.

Gülmeye başladı ve bahçedeki kulübeyi gösterdi.

“Eski güçlü adam, ha? Eskiymiş…. Hadi canım sen de.”

 

 

 

 

(*)Britanya ve Kuzey İrlanda Olimpik Takımı

(**) “O evine dönüyor.” Euro 96’da İngiltere Milli Takımı için yazılmış şarkı

 

Kaynak: The Players’ Tribune