Bu yazı, Atletico Madrid teknik direktörü Diego Simeone tarafından The Coaches’ Voice internet sitesine yazılmıştır. TrScouts olarak bu yazıyı sizler için Türkçe’ye çevirdik.
Orijinaline buraya tıklayarak ulaşabilirsiniz.
En küçük oğlum Giuliano; kruvasanını süte bandırdı, bir ısırık aldı ve bana baktı.
“Ama baba, başarılı olursan geri gelmeyeceksin.”
Bu günü çok iyi hatırlıyorum. Her şeyi değiştiren telefonun geldiği gündü.
Atletico Madrid’den gelen, kulübün teknik direktörü olmamı istediklerine dair bir telefon.
O zamanlar oğlum Giuliano ile birkaç gün geçirmek için Arjantin’de bir sahil kenti olan Mar del Plata’daydık. Henüz 8 yaşındaydı ve kruvasanlarımız ve kahvemizle bir barda oturuyorduk (o süt içiyordu.). Ona şunu dedim:
“Bak, Atletico Madrid’e gidebilmem için bir fırsat doğdu ve ne yapacağımı bilmiyorum.”
Giuliano bir düşündü.
“Falcao’yu mu yöneteceksin yani? Messi’ye karşı mı oynayacaksın? Ronaldo’ya karşı?”
O bana bunları sordu, ben de ona evet dedim ve kruvasanını sütüne bandırdığı esnada bana şunları söyledi: “Ama baba, başarılı olursan geri gelmeyeceksin.”
Bu işin iki tarafı var tabii ki. Bir taraftan şanslıyım, çünkü bir şeyler başarmak istiyorum. Diğer yandansa şanssızım, çünkü çocuklarımı büyürken göremeyeceğim.
Teknik direktör olmaya karar verdiğimde 27 ya da 28 yaşındaydım. Antrenman sonrası eve gittiğimde -o zamanlar Lazio’da oynuyordum- elime bir dosya alır ve antrenmandaymışım gibi davranırdım.
Çocuklar futbol oynarken bir şeylerin hayallerini kurarlar ya, ben de aynı hayalleri teknik direktör olmak için kuruyordum. Kendimi, takımımla antrenmanda canlandırırdım. Bir sonraki maçı hayal eder, maç için gerekli her şeyi planlardım.
Günün sonunda etrafım, hepsi çizimler ve notlarla doldurulmuş sayfalarca kağıtla çevrilmiş olurdu. Her şeyi yazmak, hoşuma giderdi.
Bütün bunları yapmak bende çok büyük bir heves oluşturmaya başladı.
Bir antrenör olarak sahip olabileceğiniz en büyük tutku, oyuncuları geliştirmektir. Tabi ki şampiyon olmak da hepimizin istediğimiz bir şeydir fakat bir teknik direktör için en iyi “şampiyonluk” Koke, Lucas Hernandez, Angel Correa gibi alt seviyelerden gelen genç çocukların yüksek standartlarda oynayan profesyonellere dönüşmelerini izlemektir.
“Eğer olduğum tek bir şey varsa o da inatçılıktır. Bir şeyi istersem onun peşinden giderim.”
Futbolculuğu bırakıp teknik direktörlüğe başlama zamanlarım geldiğinde, kariyerimi sonlandırdığım Racing Club’da, Arjantin’deydim. Bana teknik direktörlük teklif ettikleri zaman ilk seferinde hayır cevabını vermem gerektiğini hissettim. İkinci seferinde, yine aynı cevap.
Üçüncü kez sorduklarındaysa evet dedim.
Takım kötü bir durumdaydı, bunu biliyordum. Fakat aynı zamanda oyuncuları da iyi biliyordum, çünkü onlar zaten benim takım arkadaşlarımdı ve onlarla iyi bir iş çıkarabileceğimize inanıyordum.
Bu inancım da derhal sınandı.
İlk defa yedek kulübesinde oturmak bir teknik direktörün yaşayabileceği en zorlu süreç. İşlerin kolaylaşması benim adıma biraz zaman aldı.
İlk üç maçımızı kaybettik, gol bile atamadık.
Racingliler endişeliydi. Üstesinden gelmemiz gereken pek çok sorun ve deneyim vardı fakat bu süreçleri geçirmek, bize daha da fazla güç verdi. İnandığımız şeye dair bize yeniden özgüven kazandırdı.
Eğer olduğum tek bir şey varsa o da inatçılıktır. Bir şeyi istersem onun peşinden “kabak tadı verinceye kadar” giderim.
Beni Atletico Madrid’e geri getiren de bu oldu.
2005’te Atletico’dan ayrıldığımda, takım içinde çok fazla rolü olmayan bir oyuncuydum ve oradaki varlığımın yürümediğinin gayet farkındaydım çünkü varlığım, teknik direktörü huzursuz ediyordu.
Neden mi? Yaşlandıkça kazandığınız isim, bunun gazeteciler ve taraftarlar üzerindeki etkisi ve bunlar üzerine gelişen birtakım durumlar yüzünden.
Fakat Madrid’den ayrıldığım an, dönüşümü hazırlamaya başlamıştım.
Futbolculuk kariyerimi Arjantin’de bitireceğimi ve teknik direktörlüğe orada başlayacağımı biliyordum. Ama her nasılsa, Atletico’yu zor bir zamanda yönetme şansının geleceğini de biliyordum ve ben de kendimi buna hazırladım.
Bu gerçekleştiği zaman da, oyuncularla yaptığım ilk toplantıda onlara ne söyleyeceğimi fazla düşünmedim. Zaten hiçbir zaman söyleyeceklerini en ince detayına kadar önceden hazırlayan biri olmadım. Spontan olmaya ve içimden geldiği gibi konuşmaya çalışırım.
“O Avrupa Ligi, en başından beri en iyilerle savaşmak istediğini bilen bu grup için bir başlangıçtı.”
Başlarken avantajlı olduğumu biliyordum, beş buçuk yıl Atletico’da oynamıştım. Malzemeciyi, çalışanları, başkanı, Vicente Calderon’un koltuklarını, insanların orada oturuşunu… bunların hepsini tanıyordum. Tüm bu bildiklerim bana doğrudan onların isteklerine yönelme imkanı tanıdı.
Atleticolular daima yarışmacı bir takım istiyorlardı. Savunmada sağlam bir takım. Kontra atak oynayacak ve süper güçlere sıkıntı yaratacak bir takım.
Benim hedefim de buna odaklıydı.
Geldiğimde oyuncular olumlu bir sürecin içinde değillerdi. La Liga’da onuncu sıradalardı ve Kral Kupası’nda Albacete’ye elenmişlerdi. Yine de hala taraftarlara, istedikleri şeyi verebileceklerine inanıyordum.
Taraftarlar ve futbolcular arasında çok kuvvetli bir bağ vardı ve bu sayede -bu sporda daima olduğu gibi- insanlar git gide bu tutkunun içine çekildi. Futbol böyledir.
Asıl başlangıç noktası ise ben geldikten 5 ay sonra oldu. İlk Avrupa Ligi kupamızı kazanmamız, yeni ve önemli bir dönüşümün başlangıcıydı. Kendimizi adadığımızı gösterdiğimiz, gerçekleri açıkça görmemizi sağlayan bir dönüşümün.
Hiç şüphesiz ki o Avrupa Ligi, en başından beri ne istediğini bilen bu grup için bir başlangıçtı.
En iyilerle savaşmak…
İspanya’da hem Real Madrid hem de Barcelona ile yarışarak ligi kazanmak neredeyse imkansız bir şeydir. Son on yıl boyunca, bu iki takım inanılmaz oyunculara sahip muazzam güçlerdi.
Ancak sıkı çalışmayla, devamlılıkla, azimle ve tabii ki de mükemmel oyuncularla neredeyse namümkün bir şeyi, mümkün hale getirdik.
Nasıl mı? Her geçen gün yaptığımız şeye olan inancımızı koruduk ve görevdeki ikinci tam sezonumda, bir şansımız oluştu.
“Futbolda durup da bir şeyin keyfini çıkarmak imkansız, çünkü siz uyurken başka birileri çalışıyor.”
Bu iki takımdan Real Madrid’in biraz saf dışı kalmaya başladığını gördük ve biz de kalan tek takımın peşinden gitmeye başladık: Barcelona.
O sezonun son haftasında, şampiyonluk için Camp Nou’ya gittik, bunun için en az bir puan almamız gerekliydi.
Kendimizi, onların sahasında kabul ettirmemiz gerekliydi.
İmkansız olanı başarmak için bir şeyler yapmamız gerekliydi…
Maçın son düdüğünün ardından yardımcım German Burgos ile birlikte gülmeye başladık. Şampiyonluğu kazanabileceğimizi biliyorduk ama kesinleştiğinde hissettiğim ilk şey haz oldu. Sonrası mı? Sonrasını anlatmak gerçekten çok zor. Tam bir duygu karmaşasıydı.
O sezon kesinlikle İspanya futbol tarihinde hatırlanacak bir sezon olacak.
Lakin futbolda durup düşünüp bir şeyin keyfini çıkarmak imkansız, çünkü siz uyurken başka birileri çalışıyor. Bazen farklı saat dilimlerini hesaba katarak acaba günde 24 saat çalışmak mümkün müdür diye düşündüğümüz dahi oluyor.
Çünkü futbol çok sert bir piyasa.
Süper güçlerin bir oyuncuya 150-200 milyon harcayabilme olanağına sahip değiliz. Bu yüzden de takımı daha iyi yapmak için neye ihtiyacımız olduğunu ve takımın hangi parçalarını geliştirmemiz gerektiğini düşünerek daha yaratıcı olmak zorundayız.
Yıldan yıla bunu daha da pekiştiriyoruz.
Bunun anlamı şu; takımı güçlendirecek oyuncuları alırken daha çok çalışmak ve hatasız olmak zorundayız.
Eğer bu kulağa yorucu geliyorsa, söylemeliyim ki evet öyle. Dua ettiğim zamanlarda da dilediğim tek şey enerji oluyor. Sakin kalabilmek ve hissettiklerimi başkalarına aktarabilmek için ihtiyacım olan enerjiyi diliyorum. Sürdürmesi en zor şey bu, çünkü bir gün aniden ortadan kaybolabilir.
“Atletico benim hayatım. Bu kulübe bağlı 13 yıllık bir geçmişim var.”
Futbolculuk kariyerimin, teknik direktörlük tarzımda bazı etkileri olduğu görülebilir. Kuşkusuz, insanların defansif olduğunu söylediği bir teknik direktörde İtalya ve İspanya’nın etkileri vardır.
Fakat hakikaten oynamak ve yönetmek iki bambaşka hayat.
Futbolcuyken takımın ihtiyaçlarının her ne kadar farkında olsanız da kendinizi düşünüyorsunuz. Teknik direktör olaraksa bunun tam tersi. Her şeyi görmek zorundasınız. Her şeyi iyi yapmaya, rakiplerinizin gücünü azaltmaya ve kendinizinkini arttırmaya çalışmalısınız.
Hepsinden önemlisi de güçlü olmak zorundasınız çünkü sezon boyunca, futbolcuların sizin peşinizden gelebilmesi için doğru anda doğru şeyi söylemenizin gerektiği pek çok an oluyor.
Bu doğru kelimeleri bulabilmek için de açık görüşlü olmalısınız. Ben çok dinler, çok sorarım ve en sonunda da herkes için en iyisini olduğunu düşündüğüm şeyi yaparım.
Tıpkı Mar del Plata’daki barda otururken oğlum Giuliano’ya “Ne yapacağımı bilmiyorum” dediğim zamanki gibi.
7 yılın ardından söylemeliyim ki, Atletico benim hayatım. Bu kulübe bağlı 13 yıllık bir geçmişim var.
Neredeyse imkansızı başarmakla geçen 13 yıllık bir geçmiş…
Diego Simeone